“İkinci yarıya çok tehlikeli bölgede giren İstanbulspor, Galatasaray ve Beşiktaş gibi iki dev rakibe dört puan kaptırınca herkes kötü kötü düşünmeye başlamıştı. Fenerbahçe maçına çıkarken bu takımı sevenler yine endişeliydiler. Bir nebze kaleyi koruyan Yasin ümit veriyordu. Dakikalar ilerledikçe ilk defa sarı-siyahlı formayı giyen, mükemmel hareketler yapan bir genç, kalpleri fethetmiş, yüreklere ferahlık vermişti. O genç, o gün tek başına Fenerbahçe müdafaasını allak bullak etmiş, karşısındaki iki santrhafa her kafaya çıkışında vurduğu topları uzun müddet havalarda aratmıştı. O maçta kendisinden bir yaş küçük kardeşi Yasin’le birlikte alınan ve ümit saçan bir puanın kahramanları olmuşlardı. İstanbulspor müteakip iki haftada iki hayati maç oynamıştı. İzmir’de Göztepe karşısında 1-0’lık galibiyeti sağlayan golü attıran, İstanbul’da ise Beykoz’u yenerken tek golü atan yine bu genç forvetti.” Yukarıda okuduğunuz satırları Fotomaç dergisinin 24 Mart 1966 tarihli sayısından aktardık. Yaşı 50’nin üzerinde olan futbolseverlerin Galatasaray ve Milli Takım santrforu olarak, genç kuşaklarınsa televizyon kanallarındaki futbol tartışma programlarından tanıdığı Gökmen Özdenak, Türkiye Birinci Ligi’ndeki ilk maçına İstanbulspor formasıyla bir Fenerbahçe maçında çıkmıştı. O yılların ve Galatasaray’daki futbol hayatının detaylarını daha sonra aktaracağız ama Gökmen Özdenak’tan, öncelikle çocukluk yıllarını ve futbola nasıl başladığını dinliyoruz.
“1947’de doğdum. Biz altı kardeşiz. En büyük çocuk benim. İki numara Yasin, sonra kız kardeşim var, sonra Doğan var. En son iki erkek daha var. Babam eski Sefaköylü idi. Askerdeyken İskenderun’da annemle tanışıyor. Annemin sülalesi o taraflı. Annem Adana’ya dayımlara geldiğinde merdivenlerden düşüyor, ben yedi aylık doğuyorum. Nüfus kâğıdına Adana yazıyorlar. Sonra İskenderun’a dönüyoruz, Yasin doğuyor. Babam askerliği bitince, İstanbullu olduğu için 1950’de İstanbul’a geliyoruz. Geldiğimizde ben üç yaşında, Yasin bir buçuk yaşındaydı. Bakırköy’e yerleştik. Altı ay babaannemin yanında kaldıktan sonra babam ev tuttu, taşındık. Babam futbol hastasıydı. Bizi teşvik etti ama çok da dayak yedik. Ayakkabılar eskimesin diye yalın ayak oynardık. Ayakkabı parçalanıp eve geldiğimizde azar işitirdik. Mütevazı ailesin. Çocuk çok. Hangi ihtiyacına yetişilecek. Eskiden bayramlık alınırdı. İki sene aynısı giyilirdi. Babam hasta Fenerbahçeliydi. Ben de Fenerliydim, Yasin Galatasaray’ı tutardı.”
Çocukken Fenerbahçe’yi tutan Gökmen Özdenak’ın Galatasaraylı futbolcularla o yıllara ait güzel bir anısı var. “O zamanlar 10 yaşlarındayım. Evimiz Kartaltepe’ydi, Veliefendi Hipodromu’na yakındı. Onun altında Sümerspor sahası vardı. Galatasaray takımı bir maçtan önce Çınar Oteli’nde kamp yapıyordu. Sümerspor sahasında da idman yapıyorlar. Babam, ‘Hadi gidip Galatasaraylı futbolcuları görelim,’ diyerek beni ve Yasin’i sahaya götürdü. Zeytinburnu tarafındaki kalenin arkasına geçtik. Hem futbolcuları seyrediyoruz, hem avuta kaçan topları sahaya atıyoruz. Kalede Turgay Şeren var. Metin Oktay, Bahri abi, Yılmaz abi – bütün futbolcular kaleye şut çekiyorlar. Bir ara Metin Oktay’ın vurduğu top küt diye suratıma çarptı. O zamanki toplar en az iki kilo, şimdikiler gibi değil. Bir de şutu çeken Metin Oktay, düşün. Ben ne olduğumu şaşırdım, çarpmanın şiddetinden yere yıkıldım. Metin abi hemen koştu, yanıma geldi. Benden özür diledi, öpüp okşadı, gönlümü aldı. Ben Metin Oktay’ın şutu suratıma çarptı diye sevinçten bir hafta yüzümü yıkamadım.”
O yaşlarda mahalle sahalarında başlayan futbol serüveninde, ilk zamanlar Gökmen’in kaleci, Yasin’in santrfor olduğunu öğreniyoruz. “Mahallede oynarken Yasin biraz kiloluydu, bense çok cevvaldim. Taştan kaleler yapılırdı. Ben topu alıp kaleden gidip öbür tarafa gol de atardım. Zamanla o kaleye, ben santrfora geçtik. Bağlarspor diye mahalle takımımız vardı. Ersel, Vedat, Taner – üçü de sonradan Bursaspor’da oynadılar, bizim mahalle arkadaşlarımızdı. Zuhuratbaba sahasında, Bağlar semtindeki sahamızda oynuyorduk. Eskiden hep mahalle aralarında taştan kaleler yaparak oynanırdı. Şimdiki gibi altyapı okulları yoktu.” Gökmen Özdenak’ın, mahalle sahalarında başlayan futbolculuğu 14 yaşından itibaren lisanslı olarak devam etmiş. “Bezmenlerin, Mensucat Santral şirketine ait Yedikule iplik fabrikası vardı. Sabah 9, akşam 5 orada çalışıyordum. Öğle yemeklerini 10 dakikada yerdik. Arkada ambarda 20 dakika ya da yarım saat futbol oynardık. Orada yönetici Avni abi varmış. Beni beğenmiş. Yedikule Emniyet takımında lisans çıkardık. O zaman mahalli lig vardı. 1961-62 senesinde orada başladım. Sümerspor sahasında idman yapıyorduk. Ben ayrıldıktan sonra Yedikule’deki saha açıldı. Zuhuratbaba sahasında da çok maç oynadık. Yaz aylarında şöhretler karmaları orada toplanırdı. İddialı, harika maçlar olurdu. Tribün olmamasına rağmen 10-15 bin seyirci olurdu.”
Küçük yaşına rağmen sağlam fiziğiyle başarılı olan genç Gökmen, o yılların efsanevi futbolcu kâşifi Ali Mortaş’ın dikkatini çekmiş ve kısa süre sonra, Türk futboluna birçok yıldız kazandıran İstanbulspor genç takımına girmiş. “Ali Mortaş bölgenin adamıydı, ayrıca İstanbulspor genç takımına bakardı. Sağ olsun birçok insanı, çocuğu futbolcu yaptı. O beni ve Yasin’i İstanbulspor genç takımına aldı. Yasin, İstanbulspor’dan önce amatör kümeden Altınay takımında oynuyordu.” Ali Mortaş, havaya iyi zıplayıp toplara iyi kafa vuran Gökmen’i önceleri santrhaf olarak oynatmış. Fakat bir süre sonra genç futbolcu, uzun yıllar boyunca başarıyla oynayacağı santrfor mevkiine geçmiş. “Bir süre sonra Yasin’le birlikte İstanbul Genç Karmasına seçildik. Karmayı da Ali Mortaş çalıştırıyordu. Genç Karmalar arasında yapılan Türkiye Şampiyonasına gittik. İlk maçta 1-0 mağlubuz. Ben yine santrhaf oynuyorum. Ali Mortaş devre arasında, ‘Sen kafa toplarında iyisin, santrfora geç,’ dedi. Nitekim santrfora geçince iki gol attım, maçı kazandık. Ondan sonra santrfor oynamaya devam ettim.”
Yaklaşık iki sezon boyunca İstanbulspor genç takımında forma giyen Özdenak kardeşler, genç karma maçlarında başarılı olunca 1965-66 sezonu ortasında A takımına alınmışlar. Genç yıldız adayı Gökmen, yazının girişinde anlattığımız gibi ilk kez 17’nci haftada, 13 Şubat 1966’da, Fenerbahçe’yle oynanan maçta sahaya çıkmış. O sezon tek golünü, iki hafta sonra oynanan Beykoz maçında atmış. İstanbulspor’u çalıştıran Aydemir Nemli, genç futbolcusunun vasıflarını Fotomaç dergisine şöyle anlatmış: “Gökmen’in en büyük vasfı hakiki bir sportmen karakterine sahip oluşudur. İki ayağı ile topa vurabilen, üstün hava hakimiyetine sahip, çok enerjik bir elemandır. Zamanla süratini arttırır, hareketlerini çabuklaştırırsa milli takımımızın uzun seneler istifade edebileceği bir eleman olacaktır.” Ertesi sezon, yine çoğunlukla ligin ikinci devresinde olmak üzere daha fazla oynama fırsatı bulmuş genç futbolcu. Lakin İstanbulspor yıldızlarla dolu kadrosuna rağmen sezonun son maçında ligden düşmüş. “1966-67 sezonunda son maçı Karşıyaka ile yaptık. Yenseydik İstanbulspor birinci ligde kalacaktı. 0-0 berabere kalınca küme düştük.”
Özdenak kardeşler sezon bittikten sonra, o yıllarda her transfer mevsiminde sıkça rastlandığı şekilde kaçırılıp bir otelde saklanmışlar ve bu maceranın sonunda Galatasaraylı olmuşlar. Gökmen Özdenak bu macerayı şöyle anlatıyor: “Gündüz Kılıç, o sene Galatasaray teknik direktörlüğünü bırakmış, Altay’a gitmiş. Fakat gitmeden önce beni,Yasin’i, Kadırga’dan Büyük Mehmet’i, bir de İnegölspor’dan Özmetin’i transfer listesine almış. O gittikten sonra Galatasaray’da bu işlere bakan Halil Burnaz abimiz vardı. “Gündüz Kılıç bu isimleri boşuna listeye almamıştır,” demiş. Bizi evden alıp Tuzla’da bir otele kaçırdılar. Orada daha bir gece kalmıştık ki yangın çıktı. Bunun üzerine bizi Pendik’te başka bir otele götürdüler. 1 Temmuz’da transfer sezonu resmen başlayana kadar orada saklandık. Galatasaray’a biz amatör olarak geldik. Yasin ile ben 100’er bin lira aldık. 50 bini verdiler, yarısını da sonra aldık. Hiç unutmuyorum, mukavele imzalamaya babam da geldi. Kulübün yeri Hasnun Galip’teydi. Elimizde seyahat çantaları var. Verdikleri 50’şer bin lirayı çantalara koyduk. Babamla beraber fotoğraf çektiler. Babam ortada, Yasin bir tarafında, ben bir tarafında. Çanta da babamın önünde. Hürriyet gazetesinde yazan Kemal Belgin vardı. Fotoğrafı çeken de yazan da o. Ertesi gün babam gazetede “ Baba parayı kaptı” manşetini görünce çok sinirlendi. Böyle şey mi yazılır diye söylendi. Ben de, “Baba hoş geldin” dedim.”
Çocukken büyük bir Metin Oktay hayranı olan Gökmen Özdenak, yaklaşık 10 yıl sonra Galatasaray’a transfer olunca futbol tarihimizin unutulmaz kralıyla yan yana oynama fırsatına kavuşmuş. Futbol hayatının sonlarına gelmiş olan büyük golcüyle iki sezon yan yana oynamışlar. Gökmen Özdenak’ın Galatasaray’daki ilk yıllarına ait anılarında hep Metin Oktay var. Dinliyoruz: “Hiç unutmuyorum, Galatasaray’a geldikten sonra hep beraber Abant’ta Emniyet Motel vardı, oraya gittik. Adaleyi güçlendirmek için topla çalışmadan önce uzun koşular yapılırdı. Tabii ben en öndeyim. Arkadan babalar yavaş yavaş diye bağırıp durdururlardı. Metin abi, ‘Bırakın çocuk koşsun,’ derdi. Genciz, takıma girip oynayabilmek için çok çalışmamız lazım. Metin abi 9 numara giyiyordu. Ben geldikten sonra 9 numarayı bana verdi, kendisi 10 numara giymeye başladı. Bir gün beni kenara çekip şöyle dedi: ‘Evlat gel seninle konuşmam lazım. Bu benim formam, artık bundan sonra sen terleteceksin.’ Ben Metin abiye hayrandım. Kamp boyunca yürüyüşüne kadar onu izlerdim. Artık yürürken bile onu taklit eder duruma geldim. Bana, ‘Hadi Metin abi gibi yürü,’ derlerdi. Ben de yürürdüm. O kadar hayranıydım. Bir kere kendisine de yapmıştım. ‘Aferin sana,’ demişti.”
“Kamptayız yine, bir gün bana dedi ki: ‘Bak formamı verdim. Bundan sonra benim yerime sen mücadele edeceksin. Benim bir iki senem var. Oynayacağım ve bitecek. Onun için sen yeni Metin Oktay olacaksın.’ Ben de, ‘Hiç öyle şey olur mu, yapma abi. Üzme beni,’ dedim. Bana bir bağırdı. ‘Sen ne biçim futbolcusun. O zaman neden geldin buraya!’ Ben birden şaşırdım. Metin abi ağır ağır konuştu: ‘Benim yerime geçeceksin. Başka türlü kabul etmiyorum.’ Koskoca Metin Oktay, kral adam. Herkes yanından geçerken heyecanlanıp, eli ayağı titriyor. Adam beni almış karşısına, ‘Benim yerime geçeceksin,’ diyor. Bende heyecan var, korku var. Titriyorum. Bana, ‘Bak sakın korkma, çekinme. Ben seni antrenmanlarda görüyorum çok güçlü bir çocuksun. Çok iştahlısın. Yalnız kendini profesyonelce yaşam içinde benden daha iyi bir duruma getireceksin. Benden daha iyi olabilirsin, yalnız çok çalışman gerekiyor” dedi. Ben dikkatle dinliyorum. Bir de yavaş yavaş konuşurdu. Göz göze geldiğin zaman hata mı yaptım diye bakarken geçmişe dönüp kendi hatanı kendin bulurdun. Öyle bir bakışı vardı Metin abinin. Korkuyla, saygıyla seyrediyorsun, sonra ben burada bu hareketi yaptım hata mı yaptım diye düşünüyorsun. O kadar sevilen, sayılan bir insandı. Çok da yardımseverdi.”
“Metin abi, ‘Bak, yarın birinci olarak seni bu fikrinden dönmüş olarak görmek istiyorum, ikincisi futbol adına sahada en yetenekli olduğun, en sevdiğin yanın nedir, bana yarın söyleyeceksin,’ dedi. Korku ve saygı arası duyguyla, ‘Tamam Metin abi,’ dedim. Ertesi gün oldu. ‘Gel bakalım. Dünkü konuştuklarımız hakkında ne diyorsun?’ diye sordu. Ben de, ‘Sizin gibi olamam ama sizin gibi olmak için var gücümle çalışacağım. Size söz veriyorum,’ dedim. ‘Tamam. Ben de bunu bekliyordum,’ dedi. Sonra, ‘En beğendiğin yeteneğin nedir?’ diye sordu. Ben de, ‘Metin abi, istikbal göklerdedir. Hava toplarını çok seviyorum. Saha çamur olduğu için yerde çok zorlanırım ama hava toplarında başarılı olurum,’ diye cevap verdim. ‘Mükemmel tespit. Ben sana bunları öğreteceğim,’ dedi. Beni her antrenmandan sonra yarım saat çalıştırırdı. Kenarlara geçip top atıyordu. Topa nasıl geleceğimi gösteriyordu. ‘Koşarak ve bakarak geleceksin, rakibi göreceksin. Top yuvarlak, kafa da yuvarlak olduğu için denk getirmek çok zordur. Rakibin sana şöyle bir dokunduğu zaman, top buraya gelir çarpar, öbür tarafa gider. Onun için çok çabuk ve bakarak gözün açık gelmen lazım. Vuracağın köşeyi gördüğün zaman kafayı vuracaksın ve sadece vururken gözünü kapatacaksın.’
“Metin abi ile şunları da konuşuyorduk: ‘Taraftarı bir düşün. Sen tribünde taraftarsın. Topa vurdun, direğin yanından geçti. Taraftar ne yapar? Gol olmadı diye saçını başını yolar. Top direğe vurunca bu kadar şansızlık mı olur diye düşünür. Oradan yırttın. Gol olduğu zaman, işte o zaman tribünün aldığı keyfi sen sahada hissetmiyorsun ama bir görsen, onların içinde olsan daha iyi anlarsın,’ gibi yorumlar yapardı. Gol vuruşları konusunda da şunları derdi: ‘Sakın kaleciyi görüp kaleciye vurma. Hep ilk gördüğün direğe doğru vur. Kaleciyi gördün, hayır direği göreceksin,’ derdi. Benim ondan güzel gollerim oldu. Zaman içinde bu dediklerini çalıştım, çalıştım, çalıştım. Öğrettiği şeyler benim işime çok yaradı. Nur içinde yatsın.”
Galatasaray’daki ilk sezonunda (1967-68) 14 lig maçında ilk on birde oynama şansı bulan Gökmen Özdenak iki gol atmış. Ertesi sezon Yugoslav antrenör Toma Kaloperoviç’in gelmesi ve Metin Oktay’ın yaptırdığı çalışmaların sayesinde hemen hemen tüm maçlarda oynamış ve attığı gol sayısı da dokuza çıkmış. “Metin abiyle iki sene birlikte oynadık. İlk sene ben pek oynayamadım. Metin Oktay var tabi benim yerimde oynayan, Ayhan Elmastaşoğlu, sağda Yılmaz abi, solda Uğur Köken var. Orta sahada Talat abi, Turan abi, Ergün Acuner, geride sağ bek Bekir, sol bek Doğan var. Onların yanında biz yedektik. Zaman zaman girip çıkıyorduk. Kaloperoviç geldikten sonra bana bayağı zaman ayırdı. Metin abi kadar bana faydası oldu. Tabii Metin abinin direktifi de var bunda. Onun söylemlerine de itibar etti Kaloperoviç. O da bana büyük emek verdi, başka türlü bir sistemle beni çalıştırdı. Nasıl koşacağım, nasıl topa vuracağım, nasıl geleceğim, defans aralarına koşular, verip geri kaçmaları çalıştırdı. ‘Senin arkanda devamlı bir adam olduğu için, top ta önünde, her zaman avantajlısın. Senin onu alt edebilmen için devamlı aldatıcı koşular yapman gerek. Arkadaşların topu senin önüne atacaklar. Sen çok hızlı bir oyuncusun. Çabuk kalkmıyorsun ama topu aldıktan sonra mükemmel gidiyorsun,’ derdi. Beni çok iyi tahlil etti ve beni oynatabilmek için, en iyisini yapabilmem için büyük gayret sarf etti.”
1968-69 sezonunun Gökmen Özdenak için özel bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Kendisi ilk kez lig şampiyonluğu sevincini yaşarken, idolü diyebileceğimiz Metin Oktay da gol kralı olup sezon sonunda futbolu bırakmış. Bu dönemde yine Metin Oktay’la güzel bir anısını şöyle anlatıyor: “Ben koşardım, herkes bana gelirdi. Çıktığım zaman direği aşağıda görürdüm. O kadar sıçrardım. Çamur sahada değil ama kuru sahada göğsüme kadar direği geçtiğim olurdu. Kalecinin elinden içeri vururdum. Bunları Metin abi öğretti. Hiç unutmam, Metin abi bırakacağı sene bana, ‘Birinci direğe kadar koş, bırak dediğim zaman kafanı eğ,’ derdi. Ona öyle beş-altı gol attırmışımdır. Bir kere öyle bir top geldi ki, şuna vurayım dedim. Hakikaten vurdum ve gol oldu. Metin abi kızgın şekilde yanıma geldi. ‘Neden bana bırakmadın?’ dedi. ‘Abi gol oldu ya,’ dedim. ‘Tamam, seni affediyorum,’ dedi. Çok iyi bir insandı. O sene 19 gol ile gol kralı oldu. Sezon sonunda da jübile yaptı. Fotoğraflarda göreceksiniz. Onu ilk ben omzuma aldım. Allah rahmet eylesin, Can Bartu vardı o fotoğrafta. İki büyük kaptan formalarını değiştirmişlerdi. Ben de arkada çaylak.”
Bilindiği gibi Galatasaray 1969-70 sezonunda da Toma Kaloperoviç’le yoluna devam etmiş, ancak bu kez önceki sezonun başarısı tekrarlanamamıştı. 1970-71 sezonu öncesi İngiltere’den gelen ve daha önce ismi pek duyulmamış olan antrenör Brian Birch yönetiminde Galatasaray üst üste üç kez şampiyonluk kazandı. Nitekim Gökmen Özdenak da, “Kaloperoviç’ten sonra Birch geldi ama ne Birch’tü,” diyerek onun ne kadar iyi bir çalıştırıcı olduğunu vurguluyor. Ancak ilk sezonda Coşkun Özarı’nın takımdan birinci derecede sorumlu olduğunu da belirtiyor: “Önce Coşkun abi teknik direktördü. Takımı o yapar, taktikleri o verirdi. Her şeyi Coşkun abi yapıyordu. Selahattin bey, çalıştırıcı olarak Birch’ü İngiltere’den getirdi. Takımı Birch çalıştırıyordu ama nasıl bir çalıştırma. Dört tane 400’ü beş dakikada koşacaksın. Altı tane 200’ü 25 saniyede koşacaksın. 200 geliyorsun, 200 daha gidiyorsun, beşer kişi beşer kişi. Çamur sahalarda olacak gibi değil. Kumda 15 kere gidip geleceksin. Öğleden sonra halterler falan, inanamazsın. Öyle maçlarımız vardı ki bizim, 60-65-70. dakikada 0-0 giderken son 20-25 dakikada dört-beş tane gol atardık çünkü karşı takım dağılıyordu. Bir de rekabet vardı. O rekabet içinde herkes elinden gelen büyük gayreti gösteriyordu.”
Sezon sonunda Coşkun Özarı görevini bırakmış, Galatasaray 1971-72 ve 1972-73 sezonunda da Brian Birch yönetiminde şampiyonluk kazanmıştı. O yılları şöyle anlatıyor Gökmen Özdenak: “Coşkun abi çok büyük adamdı, büyük bir hocaydı, nur içinde yatsın. ‘Onun (Birch’ün) gayretiyle Galatasaray şampiyon oldu, ben bırakıyorum,’ dedi ve istifa etti. Kompleksiz insandı, çok değerli bir büyüktü, unutulmaz. Milli takımda da birlikte çalıştık. Metin abiden sonra diğer büyüklerden – Talat abi, Doğan abi, Turan abi, Bekir abi – de futbolu bırakanlar oldu. O sene Muzaffer Sipahi geldi. Sağ bek Ekrem, sol bek Ankara’dan Aydın geldi. Orta alanda bizim Bülent Ünder vardı. Sağ açığa Metin Kurt geldi. Sol açıkta Büyük Mehmet vardı. Santrforda ben vardım. Sonra Çilli Mehmet geldi, birlikte santrfor oynadık. O dönemde oyuncu değişiklikleri, mevkinin durumuna göre yapılan futbolcu transferleri çok etkili oldu tabii. Üç sene şampiyon olduk. Dördüncü sene de şampiyon olacaktık. O sene maalesef hakem ve federasyonun bozgununa uğrayıp Fener’in şampiyonluğu kazanmasına neden olduk. Bolu’daki maçta hakem yüzünden hapse düştük. Taraftar sahaya girdi diye bizi haksız yere içeri attılar. Puanımız silindi.” 1972-73’te kazanılan son şampiyonluktan sonra Brian Birch takımı bir sezon daha çalıştırmış. O ayrıldıktan sonra Galatasaray yine İngiliz hocalarla çalışmaya devam etmiş ancak onlar Birch kadar uzun ömürlü ve başarılı olamamış. “Birch’den sonra başka İngiliz teknik direktörler geldi. Jack Mansel, Don Howe, sonra Malcolm Allison geldi. Ama Birch zamanında öyle bir takım yapıldı ki, hepimiz gençtik ve o ağır idmanları rahatlıkla yapıp çamur sahalarda oynayabiliyorduk. İnanılmaz bir güç vardı. Büyük Mehmet, Metin Kurt, Öner Kılıç muhteşem saha oyuncularıydı. Metin Kurt sağ açıktı, solda da Büyük Mehmet vardı. Bu oyuncuları, kardeşim kaleci Yasin’i parayla satın alamazsın.”
Günümüzün çoğunluğu vasat futbolcularıyla kıyaslandığında eski kuşak futbolcuların bireysel yetenek anlamında çok büyük meziyetlere sahip olduğu bir gerçek. Ne var ki o büyük yıldızlar, bugünün iyi şartlarında oynama imkânını hiç bulamamışlardı. Gökmen Özdenak’ın bu konuda anlattıkları bu çelişkiyi ortaya koyuyor: “20-25 senedir gazetecilik ve yorumculuk yapıyorum. Sahalar çimlendikten sonra çim değil halı sanki. Spiker bana maç yorumunu sormaya çalışıyor. Ben de, ‘Önce dur bir sahaya bakayım. Bu sahada bırak oynamayı otlamak istiyorum,’ dedim. Bu kaç kere espri konusu oldu. Bizim zamanımızda göreceksin Beckenbauer’la, İnönü Stadyumu’nda bir fotoğrafımız var. Baktığında ayakkabılar gözükmüyor, bileklerimize kadar çamur. Bunları al götür, orada oynayamazlar. O zamanlar büyük fedakârlıklar yapılıyor. Futbolun şimdiki gibi gelişmemesinin ana nedeni şuydu: Top taşıyıcı özelliğin yok. Tekniğin var ama kullanamıyorsun çünkü saha çamur. Vurup, koşacaksın. Antrenman sahası da aynı. Diyelim ki 78 kilosun, çamura bir düş kalk, 85 kilo oluyorsun. Yedi-sekiz kilo üstünde çamur var ve değiştiremiyorsun çünkü malzeme yok başka. Tek forma, tek şort var. Soyunma odasında silip temizliyorsun. Tekrar sahaya çıkıyorsun. Adamların topu Adidas, bizde Başar topları vardı, 400-425 gram. Bizim burada top bir ıslanıyor, maçtan sonra üç kilo oluyordu. Üç kilo top olur mu yahu? Onlara kafa vuruyoruz. Bayağı sıkıntı çektik, yani şartlar o zaman çok kötüydü. Bu çamur tarafı, bir de kuru tarafı var.”
“Bizim oynadığımız dönemde sadece İnönü Stadı vardı. Son dönemlerde Ali Sami Yen açıldı, orada oynadık. Biz hep gündüz, saat 2-3 gibi oynardık. Nisan ayının başında sahanın düzeltilmesi yapılır. Pazartesi günü, kum getirip döküyorlar, üstünden silindir geçiyorlar. Cumartesi gününe kadar bırakıyorlar. Güneş vura vura saha tribünden baktığın zaman dümdüz görünüyor, harika. Ama koşarken hepimiz korkuyoruz. Düşersek eğer her tarafımız yara. Yüzey yerler çabuk iyileşiyor ama derin yaralar bir-bir buçuk ayda ancak iyileşiyor. Pantolon falan giyemiyorsun, evde yatıyorsun. Rezil oluyorsun. Yapacak bir şey yok. O yüzden koşarken kontrollü oluyorsun, o zaman da bir işe yaramıyor. O şartlarda Cemil Turan, Alpaslan Eratlı, Osman Arpacıoğlu, Mehmet Oğuz, Metin Kurt, Engin Verel gibi daha ismi aklıma gelmeyen çok oyuncu var. Böyle oyuncuları, bugün parayla satın alamazsın.”
Kötü sahalar, yağmuru yedikçe ağırlaşan formalar ve toplar dışında, giydikleri ayakkabıların da kötü olduğunu anlatıyor Gökmen Özdenak: “Krampon olarak ayakkabının altına yuvarlak köseleleri çivilerle çakıyorlar. Sahaya çıkıyoruz, o sert sahaya. Köseleler gidiyor, çiviler kalıyordu. Soyunma odasına geldiğimizde ayaklarımız hep kanardı. Çiviler ayaklarımıza batardı. Sonra ayağına tentürdiyot sürüp topallaya topallaya tekrar sahaya çıkıyorsun. Şartlar o kadar kötü ki. Metin abinin futbolu bırakacağı, benim ikinci senem, Avrupa’ya maça gittik. Toprak sahada oynamak için altı yekpare plastik Adidas ayakkabı aldım. Metin abi de Dinyakos giyiyor. Soyunma odasında Metin abi kapının yanında tek soyunurdu, ben de öbür tarafta sırada ilk soyunurdum. Ben ayakkabıları giydim. Metin abiye, ‘Nasıl abi ayakkabılarım?’ diye sordum. O da ağır ağır konuştu: ‘Evlat çok iyi ayakkabı. Yalnız ayakkabı önemli de, topa hükmedecek ayak daha önemlidir.’ Hiç unutmuyorum o lafını. Metin abinin o gün söyledikleri bugün hâlâ geçerli.” Saha ve malzeme dışında, diğer şartların da günümüzden çok farklı olduğunu şu sözlerle vurguluyor Gökmen Özdenak: “Buradan Gazanfer Bilge otobüslerine binip, Ankara’ya 10-12 saatte gidiyorduk. Bolu Dağında kamyonun arkasına takıldın mı bittin. Yolda bir şerit gidiş-bir şerit geliş vardı. İstanbul’daki maçlara kendi arabamızla giderdik. Galatasaray’a geldiğimizde Yasin ile benim Volkswagen’imiz vardı. Sonra ikimizin de ayrı arabası oldu.”
Söz arabadan açılınca, Galatasaray’dan aldıkları transfer ücretlerini konuşuyoruz ve o yıllarda yıldız futbolcuların kazançlarının da günümüzle kıyaslanamayacak düzeyde kaldığını görüyoruz: “Biz orada telef olduk. O seneler parayı iki senelik veriyorlar. Diyelim ki iki seneye 100 bin lira veriyorlar. O müddet bitince kulüplerin iki sene daha 24 bin liraya mukaveleyi uzatma hakkı vardı. Dört sene oluyor yani. O iki sene performansını gösterip, gelecek için ümit veriyorsan 24 bin lirayı 60-80 bin liraya çıkarabiliyorlar. Biz oynadığımız için hep öyle aldık.” Gökmen Özdenak, maddi şartların yetersizliğine rağmen Fenerbahçe’den aldığı transfer teklifini forma aşkı uğruna reddettiğini şöyle anlatıyor: “1974 senesinde Emin Cankurtaran hiç unutmuyorum, eve telefon açmıştı. Ben de annemi her gün ararım. Annem, ‘Oğlum Emin Cankurtaran’ın sekreteri aradı. Bir telefon numarası verdi. Arayacakmışsın,’ dedi. Aradım. Emin abi, ‘Oğlum gel bir şey konuşacağız seninle,’ dedi. Ben de, ‘Bugün değil yarın gelsem olur mu?’ dedim. ‘Yarın 12’de yemeğe bekliyorum,’ dedi. O sene de mukavelem bitiyor. Ertesi gün Bankalar Caddesine gittim. Emin abi, ‘Seni Fenerbahçe’ye almak istiyoruz,’ dedi. Masanın üstünde duran iki valizi açtı. Valizlerin içi para doluydu. ‘Bu senin al git, kulübe karışma,’ dedi. Aynen şunu dedim kendisine: ‘Abi, ben eskiden Fenerbahçeliydim ama Galatasaray’a geldikten sonra Galatasaraylıyım, hep bu camianın içinde olacağım. Galatasaray’a ihanet edemem.’ Teşekkür ettim, yanaklarından, ellerinden öptüm. O da, ‘Aferin. Ben de senden bunu bekliyordum. Kandırabilir miyiz diye çağırdım,’ dedi. Ben de espri yaptım. ‘Baba canlı parayı görünce kanmayan olur mu? Herkes kapar tüyer,’ dedim ama o 400 bin verdi, ben Galatasaray’da 200 bine kaldım.”
Bu transfer anısı aklına başka bir anısını getiriyor Gökmen Özdenak’ın: “Engin Verel bizde amatördü. Hiç unutmuyorum, bizim şube sorumlusu Süha Özgermi vardı. Engin’e 375 bin lira veriyor, Fenerbahçe ise Engin’e 1 milyon lira veriyor. Engin’in babası Süha Özgermi’ye gidip geliyor, bana da geldi. ‘750 bin lira versinler Galatasaray’da kalsın. Bu çocuğun geleceği var, iyi oyuncu,’ dedim. Ben de tesir etmeye çalışıyorum. Fakat yapamadılar. En sonunda Engin bana geldi. ‘Sen benim abimsin. Kalayım m gideyim mi?’ diye sordu. Ben de, ‘Bir dakika durma git. Bu parayı bir daha bulamazsın,’ dedim. Engin Verel Fenerbahçe’ye benim yüzümden gitti. O zamanlar sezon başında Spor Yazarları Kupaları vardı. Fenerbahçe’yle oynadığımız maçta Engin’i santrada yakaladım, bir bastım. Hakem Doğan Babacan kırmızı kart gösterdi. Engin ağlamaklı, ‘Abi beni sen gönderdin,’ dedi. Ben de, ‘İleride anlayacaksın bu tekmenin neden olduğunu,’ dedim, yani seni ben gönderdim ama gitmeyecektin anlamında. Abi olarak ne yapayım. Doğrusu oydu, git dedim.” Gökmen Özdenak bu anısını gülerek noktalıyor: “O tekmeyi de hak etti. Yapacak bir şey yok.”
Gökmen Özdenak’ın hava toplarındaki üstünlüğü ve sert şutları dışında futbolseverlerin hafızasında kalan özelliklerinden biri de güçlü fiziğiydi. Sağlam vücut yapısı sayesinde defans oyuncularının durdurmakta hayli zorlandığı bir santrfordu. “Fiziğim iyiydi ama o çamur sahalarda oynayabilmek için kendine bakman gerek, yoksa oynayamazdın,” diyerek sağlam fizik yapısıyla ilgili güzel bir anısını anlatıyor: “Hiç unutmuyorum, Beşiktaş’la maç var. Kalede rahmetli Sabri Dino, defansta rahmetli Vedat Okyar vardı. İnönü Stadı’nda deniz tarafı değil de, Hilton tarafındaki kaleye hücum ediyoruz. Biz stoperle kafaya çıktık, şimdi kimdi hatırlamıyorum. O zaman sağ bek, sol bek, stoper, libero sistemiyle oynardık. Saha nasıl çamur. Vedat da üstündekiyle 30 kilo gelir, öyle zayıf bir oğlandı. Stoperle kafaya çıktık, topu sıçrattım geriye. Stoper ararken, top sekince bir döndüm, top önümde. Bir baktım sırtıma Vedat Okyar atladı. Santra yuvarlağından, ceza alanına kadar sırtımda taşıdım. Bırakmıyor da. Vedat benim mahalleden çocukluk arkadaşım. Sabri Dino çıktı çıkacak. Ben bir silkindim, Vedat çamur sahaya düştü. Ben topa bir vurdum, şak diye kaleye girdi. O golle maçı 1-0 kazanmıştık.”
İsim ve soyadının birlikte kullanıldığı endüstriyel dönem başlamadan önce, hemen hemen bütün futbolcular lakaplarıyla tanınıyordu. Futbolseverler Gökmen Özdenak’a da sağlam fiziki yapısından kaynaklanan bir lakap takmışlardı. Kendisiyle barışık bir insan olarak, bu lakabıyla ilgili anılarını ve takım arkadaşlarının yaptığı esprileri gülerek anlatıyor. “Maçtan önce ısınmaya çıktığımızda rakip takım taraftarları, ‘Sahada ayı var’ diye bağırmaya başlarlardı. Mesela Fenerbahçe taraftarı, Dolmabahçe’de sahaya çıktığımızda bu şekilde bağırırdı. Ben de onları öperdim. Kızsan yandın, oynatmazlar. Gol attığım zaman da doğru onların tarafına giderdim. Arkadaşlarım da takılmayı severdi bana. Bir maç öncesi Çınar Oteli’nde kamptayız. Hocamız Coşkun Özarı. Bize Sarıyer’den gelen Suphi Soylu vardı, benim yedeğimdi. Otelden yürüyüşe çıktık. Rahmetli Coşkun abinin bir tarafında ben, öbür tarafında Suphi, yürüyoruz. O zaman da sıkıyönetim zamanı, radyodan sürekli bildiriler okunuyor. Suphi, ‘Coşkun abi, herhalde bu hafta Gökmen’i oynatmazsın,’ dedi. Coşkun abi de, ‘Neden, sen mi oynayacaksın?’ diye sordu. Suphi ‘Radyoda dinlemedin mi abi, sıkıyönetim ayı oynatmayı yasakladı,’ diye cevabı yapıştırdı!”
Gökmen Özdenak futbol hayatının en başarılı performanslarını genellikle uluslararası maçlarda sergilemiş. Bunlardan özellikle 1972-73 sezonu başında, Bayern Münih’le oynanan Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarını hatırlatıyor: “İlk maçı İstanbul’da oynamıştık. O zamanın Bayern’i Maier, Schwarzenbeck, Beckenbauer, Breitner, Hoeness, Müller gibi isimlerden oluşan müthiş bir takım, Alman milli takımının yarısı orada. Biz o maçta takım olarak iyi oynadık, ben de en iyi maçlarımdan birini oynadım. Hatta Almanlar beni çok beğenmişler. Bu maçtan sonra Bayern Münih’e transferim söz konusu oldu. Rövanş maçına gittiğimizde Alman gazeteciler benimle röportaj yaptı. Gazetelerde transfer haberleri epey yazıldı. Ne var ki rövanş maçında oynadığımız 1-9-1 sistemi yüzünden benim transfer işi suya düştü. İleride tek başıma kaldım, bana doğru dürüst top bile gelmedi.” O yıllarda gerek kulüp, gerek milli takım düzeyinde, özellikle deplasman maçlarında uygulanan “Çanakkale geçilmez” taktiği, Bayern Münih karşısında işe yaramamış. İstanbul’daki maçta 1-1 berabere kalan Galatasaray, rövanşta 6-0 yenilince ilk turda Avrupa’ya veda etmiş. Gökmen Özdenak’ın Münih’teki maçtan unutamadığı bir anısı da şöyle: “Maçı o zaman yeni açılmış olan Münih Olimpiyat Stadı’nda oynadık. Zemin halı gibi çim. Bir pozisyonda Schwarzenbeck yerde kayarak ayağımdaki topa müdahale etti. Bizim zımpara gibi sahalarda böyle bir şey mümkün değildi. Ben yerde üç takla attım, bir baktım atletizm pistinin ortasında yatıyorum.”
Gökmen Özdenak’ın kariyerindeki unutulmaz gollerden biri, yine böyle bir Avrupa Kupası maçında gelmişti. Galatasaray 1975-76 sezonunda, UEFA Kupası ilk turunda Avusturya’nın Rapid Wien takımıyla eşleşmişti. Viyana’daki ilk maçı 1-0 kaybeden sarı-kırmızılılar, 1 Ekim 1975’te İnönü Stadı’nda rövanş maçına çıktılar. Ev sahibi takım ilk yarıyı Şevki Şenlen’in attığı golle 1-0 önde kapadı. 56. dakikada Gökmen’in attığı golle durum 2-0 oldu. Ancak rakip bu gole çabuk karşılık verdi. O yılların meşhur futbolcusu Krankl, 60. dakikada durumu 2-1 yaptı. Maç böyle bittiği takdirde Rapid Wien, deplasmanda attığı golün avantajıyla tur atlayacaktı. Dakikalar hızla tükeniyordu. 87. dakikada Galatasaray bir faul atışı kazandı. Deniz tarafındaki kaleye, ceza sahasının sağ köşesinden yapılan atışı Büyük Mehmet (Mehmet Oğuz) kullandı. Usta futbolcunun penaltı noktasına doğru yaptığı falsolu vuruşa, Rapidli defans oyuncuları yükselmesine rağmen, Gökmen onlardan daha yükseğe sıçramıştı. Havada foto muhabirlerine poz verircesine asılı kalan Gökmen’in vurduğu sert kafa şutu, doksandan kaleye girdiğinde, sadece stadyumdaki binlerce seyirci değil, radyo başında maçı dinleyen bütün ülke sevinçten havaya zıplamıştı. Bu son cümle genç kuşaklara tuhaf gelebilir; ancak o yıllarda bütün uluslararası müsabakalar bir milli maç havasında oynanır, ezeli rakiplerin taraftarları da o gün hangi Türk takımı oynuyorsa, onu desteklerdi.
Bu maçtan 11 gün sonra, 12 Ekim 1975’te Bükreş’te Romanya’yla oynanan özel milli maçta Gökmen Özdenak’ın attığı gol, herhalde sadece onun kariyerinin değil, milli takım tarihimizin de en güzel gollerinden biridir. Milli takımımız maçın başında Romen forvetlerin üst üste ataklarıyla bunalmıştı. 13. dakika oynanırken, bir korner atışında topa sahip olan kaleci Yasin’in yaptığı degaj, orta yuvarlağın biraz ilerisinde Ali Kemal’le buluştu. Topu 20 metre kadar süren Ali Kemal’e rakip defans oyuncusu müdahale etti. Bu müdahaleyle top Cemil Turan’a geldi. Önünün kapalı olduğunu gören Cemil, topu sol tarafta boş durumda bekleyen Gökmen’in önüne doğru attı. Ceza sahası çizgisinin sol köşesinde topla buluşan Gökmen, hiç bekletmeden gelişine sol ayağının dışıyla sert bir şut çekti. Kalenin sağına doğru havada süzülen top, bir an avuta çıkacakmış gibi görünse de son anda falso alarak doksandan ağlarla buluştu. Bu golle 1-0 öne geçen Milli Takım, son dakikada yediği golle maçı 2-2 berabere bitirdi. Böylece o yıllarda bizi sevindiren sonuçlardan birini almıştık. Gökmen Özdenak o maçla ilgili şunları anlatıyor: “Yağmur yağıyor, saha kaygan. Biz çamurdan çıkmışız. Topu nasıl kontrol edeceksin? Burada teknik olanlar, kaygan zemine gittiğinde topu istop ettiği zaman iki metre açılıyordu. Ben golleri daha çok kafayla atıyorum ama o gün top önüme gelince istop etmeden topa bir çaktım. Top gitti, benim sol ayağımdan, benim sağ köşemden , kalecinin solundan, çataldan içeri bir girdi laap diye, gol oldu. Şükrü Gülesin abimiz vardı, Milliyet’te yazardı. Maç bitti, otele geldik. Şükrü abi bana, ‘Oğlum harika bir gol attın, Newton’un bile kemiklerini sızlattın,’ dedi.”
Gökmen Özdenak’ın Galatasaray’daki futbol hayatının ilk yarısı lig şampiyonlukları, Türkiye ve Cumhurbaşkanlığı Kupalarının peş peşe geldiği başarılı bir dönem olmuş. Ancak sarı-kırmızılı takım 1973’teki lig şampiyonluğundan sonra o parlak günlere hasret kalmış. Bu dönemde 1976’da kazanılan Türkiye Kupası ve 1979’da kazanılan Başbakanlık Kupası, o eski başarılı günlere duyulan özlemi dindirememiş. Gökmen Özdenak’ın futbolu bıraktığı 1979-80 sezonuysa Galatasaray için hayli sıkıntılı geçmiş. Galibiyete iki puan verilen bu dönemde, Trabzonspor 39 puanla şampiyon olurken, Galatasaray ancak son hafta Rizespor’u yenerek rahat bir nefes almış ve 29 puanla dokuzuncu sırayı almış. Beşiktaş’ın da aynı puanla on birinci sırayı aldığı ligde, Zonguldakspor’un 33 puanla üçüncü olduğunu, Göztepe’nin 27 puanla küme düştüğünü belirtirsek, bu sezonun ilginçliği herhalde anlaşılır. Gökmen Özdenak son senesiyle ilgili olarak şunları söylüyor: “1980 senesi sıkıntılı bir dönemdi. O sene Galatasaray’ın düşme durumu bile söz konusuydu. Benim de jübilem vardı. Ben de sıkıntılı bir dönem geçirdim. Şöyle bir şey vardı: üç büyük kulüp şampiyonluk yarışında iddiasını erken kaybettiğinde bir rehavet, başıbozukluk, disiplinsizlik oluyordu. İşi ciddiye almıyorsun. Ondan sonra bir bakıyorsun durum kötü, hadi toparlayalım diyorsun ama bayağı da terliyorsun. O seneler Trabzon’un üst üste şampiyonluk aldığı senelerdi. İstanbul’da futbolcuyu korumak çok zordu.” Burada bir anısını hatırlayıp gülüyor: “Bizim zamanımızda evleri kontrol ederlerdi. Bir gün Coşkun abi, ‘Akşam saat 10’da kontrol var, evlere geleceğiz,’ diyor. Akşam saat onu yirmi geçe Metin Kurt’un evine gidiyorlar, Metin Kurt yok. ‘Metin nerede?’ diye soruyorlar. ‘Valla saat 10’a kadar sizi bekledi, gelmeyince çıktı,’ diyorlar.”
Galatasaray formasıyla son resmî müsabakasına 1 Haziran 1980’de, Ankara’da Fenerbahçe’yle yapılan Başbakanlık Kupası maçında çıkan Gökmen Özdenak, 13 Ağustos 1980’de Beşiktaş’la yapılan jübile maçıyla sahalara veda etti. Futbolu bıraktıktan sonra antrenörlük yapmayıp spor yazarlığını ve televizyon yorumculuğunu tercih etti. Günümüzdeki futbol ortamının neden bu hale geldiğini sorduğumuzda, bunu kendi futbolculuk yıllarından örnekler vererek cevaplıyor: “Futbolcu yetişmiyor diyorlar, şuna benziyor: eskiden çocuk kendi mahallesindeki okula giderdi, şimdi görüyorum sabahın köründe karanlıkta çocukları evden çıkarıp başka yerdeki okula gönderiyorlar. Trafik falan, çocuk dağılıyor. Çocuk bu şekilde mümkün değil okumaz. Eskiden mahallelerde arsalar falan vardı. Biz orada yetiştik. Kendi kendimize oynayarak geliştik. Şimdi altyapıda çocuklara sürekli pas öğretiyorlar. Yetenekli de olsa pas atacaksın dediklerinden çocuk kendini geliştiremiyor. Yetenekli çocuğa müsaade edeceksin. Adamın öyle bir yeteneği varsa bırak ne yapacağını gör. Ondan sonra bireysel yeteneklerini daha fazla geliştirme imkânı ara. Sen devamlı pas at dedikçe hevesleri de kaçıyor, yetenekleri de ölüyor. Hevesi kırılınca da oynamıyor. İstanbulspor, Ali Mortaş’ın olduğu dönemde altyapıdan yetiştirdiği futbolcularla yaşayan bir kulüptü. Zaman zaman transferler yapıyorlardı ama genelde alt yapıdan yetişen oyuncuların hepsi A takıma çıktı. Bugün yapılması gereken şeyler ne diyorlar. Mesela Trabzonspor altyapıya önem verelim diyor. Zaman zaman oraya gazeteci olarak gittiğimde, Mehmet Ali Yılmaz’ın TV kanalı vardı – orada şunu dedim: ‘Siz, İstanbul ile rekabet ettiğiniz sürece iflas edeceksiniz. Ama geçmiş dönemdeki gibi Ali Kemaller, Necatiler, Turgaylar, Şenol Güneşler, Necmi Perekliler gibi futbolcular yetiştirebilmeniz için kendi yörenizde; Karadeniz’in, Trabzon’un inatçı kimliğinde yetiştireceğiniz oyuncular gerek.”
Yıldız oyuncu yetişmemesi gibi, rekabetin günümüzde vardığı noktadan da şikâyetçi Gökmen Özdenak. Bu konuda şunları söylüyor: “Futbol öyle bir hale geldi ki, takım taraftarları birbirinden nefret ediyor, kin, öfke duyuyor. Bizim zamanımızda da vardı ama bu kadar değildi. Adam tribüne geliyor, ‘Ölmeye ölmeye geldik’ diyor. Var mı böyle bir şey? Eskiden rekabette sahada veya soyunma odasında kavga gürültü olmazdı. Futbol hayatım boyunca Fenerbahçe’ye 12 gol atmıştım. O zamanlar, yendiğimiz ve yenildiğimiz maçlarda birbirimizi hep tebrik ederdik. Hiç unutmam, bir maçı biz kazanmıştık. Çok sevdiğim abim Ziya Şengül soyunma odasına gelip bizi tebrik etmişti. Aramızdaki rekabet centilmenceydi, şimdiki gibi değildi. Şimdi nefret, kin var. Bunu yöneticiler kendi menfaatleri için yaptı. Taraftarı motive edip yaranabilmek için verdikleri seviyesiz kin ve nefret içeren beyanlarla durumu bu hale getirdiler. Medyanın da reyting yüzünden körüklemesiyle herkes birbirinden nefret etti.”
28.Aralık 2020
Dinyakos