Kenan Buharalı – Palandöken’den İstanbulspor’a

On yılı aşkın bir süre formasını giydiği İstanbulspor’un tarihinde önemli bir yer işgal eden Kenan Buharalı, futbol oynadığı müddetçe son derece istikrarlı bir şekilde takımının neredeyse bütün  maçlarında sahaya çıkmıştı. Buna rağmen, futbol hayatının büyük bir kısmını ellili yıllarda İstanbul profesyonel liginde geçirdiği için genç kuşaklar tarafından fazla bilinmeyen bir isimdir. Kendisiyle yaptığımız sohbette sadece futbolculuk anılarını değil, özellikle çocukluk ve gençlik yıllarına denk düşen dönemde ülkedeki hayat şartlarını da dinleme fırsatını bulduk. Bu nedenle fazla araya girmeden sözü ona bırakıyoruz. 

 Aslen 1932, nüfus cüzdanına göre 1933 doğumluyum. Bitlis’te dünyaya geldim. Beş kardeştik, ben dördüncü çocuktum. Babam posta müdürüydü. Onun memuriyeti nedeniyle çocukluğum hep farklı yerlerde geçti. Beş sene – dört yaşından dokuz yaşına kadar – Ahlat’ta kaldık. Oradan babamın tayini Hakkari’nin kazası Beytüşşebap’a çıktı. Beş gün atla gittik. Bugün karayolundan dört-beş saatte gidilir. Bütün eşyalarımız atlara yüklenmişti. Yaz olduğu için geceleri denkleri indirip açık havada yatıyorduk. Önce Siirt’e geldik, oradan Beytüşşebap’a vardık. Orada bir sene kaldık. Bir tane ilkokul vardı. Bir tane bakkal vardı. Babam oğullarım okuyacak diye dilekçeler yazdı, umum müdürlüğe biraz cazgırlık yaptı. Onun üzerine onu Hopa’ya tayin ettiler. Yine beş günde Siirt’e geldik. Oradan otobüsle Diyarbakır’a gittik. O zaman tren vardı. Trene bindik, doğru Samsun. Samsun’dan vapura binip Hopa’ya vardık. Herhalde bu yolculuk toplam on beş gün sürmüştü. Beş sene Hopa’da kaldık. Sonra altı ay Gümüşhane’de kaldık. Oradan Trabzon’a tayin ettiler. İlkokul beşi ve orta biri Trabzon’da okudum. Sonra Erzurum’a geldik. Orta ve liseyi orada tamamladım.

Hopa’dayken bezden yaptığımız toplarla oynardık. Harp yıllarını (İkinci Dünya Savaşı) orada geçirdik. Hopa’nın üzerinde Alman ve Rus uçakları savaş ederdi. Hatta bir Alman uçağı, bir Rus uçağını vurdu. Uçak Hopa’nın üzerinden doğru Batum’a düşmüştü. Esas Trabzon’da daha fazla top oynamaya başladık. Öküzün hayasını şişirirdik. Çabuk patlamasın diye üstüne iplikler sarılır, top olurdu. Yoksulluktan top alamazdık, kulüpler bile alamıyordu ki. O zaman 1945-46 seneleriydi. Evimiz Trabzon’un İdmanocağı kulübüne yakındı, o yüzden biz de İdmanocaklı olduk. O zamanlar şimdiki Fener-Galatasaray rekabeti gibi İdmanocağı – İdmangücü rekabeti vardı şehirde. Rekabet olmasa zaten futbolda ileri seviye de olmaz. Trabzon dünyada halkı futbola en çok kıymet veren şehirdir belki. Futboldan gayrı hiçbir spor yapılmaz orada. Yeri geldiği zaman oradaki esnaf takıma müdahale eder. Orada herkes antrenördür.

Babam abimle beni futbol oynamaya bırakmazdı, biz kaçamak oynardık. Hatta Gümüşhane’de bir gün bizi sahadan çıkartmıştı. Erzurum’da da idman yaparken gelir, sahadan alırdı bizi. Babam bizi teşvik etse, oynadığımız futbolun iki mislini oynardık. Ama bu neden? Yeni ayakkabı alacak maddi durum yok. Posta müdürü olarak aldığı para 58 liraydı. O parayla beş çocuk, bir de annesi toplam sekiz nüfusu geçindiriyordu. Hep kirada oturduk. Fakat kiralar ucuzdu tabii. Hopa’da hatırlıyorum, 10 lira kira verirdik. 50 yaşının altında olanlar bu sıkıntıları bilmez. Ekmek karneyle dağıtılırdı. Şeker yokluğundan çayı üzümle içerdik. Babam devlet memuru olduğu için biz beklemeden fırından ekmeğimizi alırdık ama vatandaş hep kuyrukta beklerdi. Fakat bütün bunlar harbin yarattığı imkansızlıklardı. Ekin ekilemediği için mahsul yetiştirilemedi, ithalat yapılamadı. Geceleri karartma yapılırdı. Bütün pencerelerde siyah perde vardı. Zaten birçok yerde elektrik yoktu. Ancak vali, kaymakam gibi yetkililerin evlerinde, zengin evlerinde elektrik vardı. Her şehir jeneratörle kendi elektriğini üretirdi. Biz Hopa’dayken gaz lambası kullanırdık. Trabzon’a geldiğimizde durum biraz daha iyiydi.

Cafer Okan, Erdoğan Tokol, Kenan Buharalı,

1946’da Erzurum’a geldik. Ben ve abim Mesut, futbolcu olarak Erzurum’da ve şarkta çok tanınan adamlardık. Kabiliyetliydik, oradaki futbolculardan farklı bir tarafımız vardı. Ben Erzurum’da başka sporlar da yaptım. Çok iyi voleybol oynardım. Bir sene boks yaptım, atletizmde 800 ve 1500 metrede şampiyonluğum vardı. Pingpongda şampiyon oldum. Malzeme alamadığım için bir tek kış sporlarını yapamadım. Erzurum kayakta birinciydi. Fakat eldiven, gözlük, başlık, kayak almak için hep para lazım. Zaten heves de etmedim. Lise takımında voleybol oynardım. O zaman smaç vurma yoktu, çekme denen bir teknikle vurulurdu. Boyum 1.78’di, o zamanlar için uzun sayılırdı. Ağın dibine topu bıraktığım zaman kurtarmak mümkün değildi. Sivas’tan gelen bir jimnastik hocamız vardı, Fikret Gürler isminde. Ondan evvel jimnastik hocasını kimse takmazdı. Bu geldi, acayip sert bir adam, müdür kadar tesirli neredeyse. Sivas’ta bir voleybol maçı aldı bize. Sahaya çıktık, antrenman olarak oynuyoruz. Ben bir-iki küt vurdum. Onların hocası geldi, bu adam profesyonel gibi vuruyor, biz bununla oynayamayız dedi. Onun ricası üzerine baştan oynamadım ben. Durum 10-5 aleyhimize. Ben oyuna girdim, üç seti de galip bitirdik. Lise takımı dışında Palandöken kulübünde de oynadım voleybolu. Ankara’ya gittik, Türkiye üçüncüsü olduk.  Erzurum’da voleybolun iyi olmasının sebebi, lisenin jimnastik salonu olmasıydı. Şark vilayetlerinde çok az yerde vardı lise. Lisenin salon avantajı bize bir hayli imkan verdi. Lisenin arkasında bir de futbol sahası vardı. Zemini sert topraktandı. Düştüğün zaman yandın.

Kenan Buharalı bir Galatasaray maçı öncesi Metin Oktay ile.

Trabzon’da nasıl İdmanocağı – İdmangücü rekabeti varsa Erzurum’da da Palandöken ile 12 Mart kulüpleri arasında rekabet vardı. Palandöken’in forma rengi sarı-kırmızı, 12 Mart’ın siyah-beyazdı. Dağcılık kulübü de sarı-lacivertti. Kulüp maçları da lisenin arkasındaki bu sahada yapılırdı. Kaya Çilingiroğlu arkadaşımızdı, o da lisede okuyordu. Amcasının oğlu Ziya Çilingiroğlu, Palandöken kulübünün başkanıydı. Kaya’nın vasıtasıyla Palandöken takımına girdik. O zaman 16 yaşındaydım. Bu iki kulübün dışında Dağcılık diye bir kulüp vardı. Esas branşı kayak sporlarıydı ama futbol takımı da vardı. Demirspor ve iki takım daha vardı. Altı takımla lig maçları oynanırdı. Erzurum şampiyonluğunu hep Palandöken kulübü kazanırdı. Kuvvetli bir takımımız vardı. Mesela Nihat Hacettepe’de oynadı. Muammer Ankara Yolspor’da oynadı. Erdinç diye bir santrforumuz vardı, Vefa’da oynadı. Abim Mesut benden dört beş sene sonra Adalet kulübüne girdi. İki sene oynadı. Kasımpaşa’ya transfer olduğu zaman bel fıtığı oldu. Ameliyat geçirdi, bir daha oynayamadı. Palandöken takımı olarak yaz aylarında Trabzon’a, Giresun’a, Sarıkamış’a, Kars’a giderdik. Zaten kışın Erzurum’da kar yüzünden maç yapamazdık. Kar kalksın da maç yapalım diye beklerdik. Fakat öyle bir yağardı ki o devirlerde, ta Mayıs’ta kalkardı kar. Dört ay futbol oynardık Erzurum’da. Kasım geldi mi bitti, oynayamazsın.

1955-1956 sezonunda İstanbul 1. Profesyonel Lig 4.sü olan kadromuz. Ayaktakiler (soldan): İbrahim Toker, Alaattin Güloğlu, Sabih Sünter, Sedat Kutluad, Metin Kınay, Kenan Buharalı. Oturanlar: Zeki Tokdemir, Kadri Kartal, Aydemir Nemli, İhsan Baydar, Erdoğan Tokol.

1952 Temmuz ayında İstanbul’a geldim. Esasında beni Vefa çağırmıştı fakat anlaşamadım. Benim teyzemin oğlu İstanbul’da tıbbiyede okuyordu. Vefa kulübü başkanı Hadi Nasır’ı tanıyormuş. Ona söylemiş, o da gelsin demiş. Bana haber yollayıp çağırdı. Erzurum’dan trene bindim; posta treni, üç günde İstanbul’a geliyor. Beni Haydarpaşa’da karşıladılar, hemen Vefa stadına götürdüler. Başkan Hadi Nasır, “Bir antrenman maçında seni deneyeceğiz,” dedi. “Abi üç günlük yoldan geliyorum, çok yorgunum. Beni sahaya çıkartma,” dedim. “Yok bir topa vur, seni bir görsünler,” dedi.  Bir çıktım ki karşımda milli takımın üç adamı: Kör Galip, Büyük Garbis, Tahtabacak İsmet. Garbis’i tutacak halim yok tabii o yorgunlukla. Maçtan sonra başkan, “Evlat seni kadroya alırız ama 110 lira maaş veririz,” dedi. O zaman transfer parası yok, sadece maaş veriliyor. Palandöken kulüp başkanı Ziya Çilingiroğlu’nun kardeşi Kemal gazeteciydi ve aynı zamanda İstanbulspor başkanı Ali Sohtorik’in damadıydı. Ziya bey ona benim Vefa’ya geldiğimi bildirip kaçırmayın diye telgraf çekiyor. Bunun üzerine Ali Sohtorik adam gönderip beni çağırttı. “Sen Vefa takımında oynayamazsın, kuvvetli takım. Sen bize gel,” dedi. 150 lira aylık teklif etti. O zamanlar memur maaşı yanlış hatırlamıyorsam 180 lira civarıydı. Öyle olunca kabul ettim. Profesyonel mukaveleye imza attım ve İstanbulsporlu oldum.

İstanbulspor’la anlaştıktan sonra kulüp binasında kalmaya başladım. İstanbul Erkek Lisesinin yanında, şimdi vakfın kullandığı binayı kulüp o zamanlar lokal olarak kullanırdı. Orada bir odada, Ankara’dan gelen sağ bek Alaaddin ile birlikte kaldık. Bir sene öyle idare ettim. Babam o sırada emekli olmuştu. Erzurum’da sıkılıyordu. Onlar da İstanbul’a taşındılar. Vefa bozacısının evini kiraladık. Sonra Laleli’ye taşındık. 1952’de İstanbul’a geldiğimde şehrin nüfusu 700.000 kişiydi.Yirmi beş sene kadar orada yaşadık ve lokanta işlettik. Laleli o zamanlar İstanbul’un en güzel semtlerindendi. Hep evler vardı, ilk işyeri bizim lokantaydı. Yedi sekiz masalı bir yerdi. Müşterilerin hepsi İstanbul Üniversitesinde talebeydi. Daha sonra Laleli’de Pembe Panter diye bir kafeterya açtık. Bir zamanlar Türkiye’nin en büyük kafeteryasıydı. Bizim zamanımızda insan sadece futbol oynayarak geçinemezdi. Kulübe ilk geldiğim zamanlar da bir sigorta şirketine girip altı ay çalıştım. Sonra askere gittim. Askerden gelince de belediyeye girdim. İstanbulspor’da doğru dürüst para kazanamadık ama kulübün başka bakımlardan faydası oluyordu. Zevatta kulübün çevresi çoktu. Mesela ben askerliğimi İstanbul’da yaptım, maçlarda oynamaya devam ettim. İşe soktular, belediyede işe girdim.

İstanbulspor’un Erzurum’da Palandöken takımıyla yaptığı özel maçtan önce çekilen
hatıra fotoğrafı. Sol başta Mesut Buharalı, yanında Kemal Çilingiroğlu, Ali Mortaş,
Ziya Çilingiroğlu ve Kenan Buharalı.

Erzurum’dayken 5 numara, yani santrhaf oynardım. İstanbulspor’a gelince 2 numara ve 4 numara yani  sağ bek ve sağ haf olarak da oynadım. Özellikle 4 numara olarak çok oynadım, o yüzden beni herkes sağ haf olarak bilir. İlk geldiğimde takımı zannederim Ali Mortaş çalıştırıyordu. Ben geldikten bir sezon sonra Vilmos Halpern İstanbulspor’un ilk yabancı hocasıydı. Gençliğinde Macar milli takımında oynamış. Bizim zamanımızda başka yabancı hoca gelmedi zaten. Sabri Kiraz, Cihat Arman, Ziya Taner, Necdet Erdem – bu hocalarla çalıştık. Daha sonra bir sene Aydemir hocalık yaptı. İçlerinde en iyisi Ziya Taner’di. Yugoslavya’da futbol oynamış, tahsil görmüş, bilgili bir adamdı. Fakat sessiz bir insandı. Antrenör kim olursa olsun Ali Sohtorik’in dediğini yapmak zorundaydı. Gençliğinde futbol oynadığı için bilgili bir adamdı. Takım tertibine karışırdı.

Bir süre sohbetimize Cem Atabeyoğlu’nun hazırladığı İstanbulspor kitabının sayfalarını karıştırarak devam ediyoruz. Bir takım fotoğrafını gösteren Kenan Buharalı şunları anlatıyor:

1957-58 kadrosu İstanbulspor’un en iyi kadrosudur. Üçüncü olduğumuz senenin kadrosu bu. Bu takımda benden evvel gelen Merih ve Aydemir var. Aydemir Fenerbahçe genç takımından gelmişti ama iyi futbolcuydu. Yine de Fener’de oynayamazdı. O zaman sağ iç oynayan Erol Keskin vardı, o çok iyi oyuncuydu. Aydemir de İstanbulspor’un en iyi futbolcusu oldu. Merih de önceden santrhaf oynardı. Yedikule’den gelmiş. Sonra Karagümrük’den Kadri Kartal gelince Merih sol beke geçti. Burada Salih de var ama çok az oynadı, esas takımın adamı değil. Bu 1957-58 sezonunda Beşiktaş’ı geride bıraktık. Bir sene son maçta Fenerbahçe’yi yendik, Galatasaray şampiyon oldu. Bir sene de yine son maçta Galatasaray’ı yendik, Fenerbahçe şampiyon oldu. Hep bize denk gelirdi bu maçlar.

İstanbulspor Kenan Buharalı kaptanlığında sahaya çıkıyor. Arkadaki futbolculardan seçilebilenler:  Enver, Kamil, Sabih, Garbis, İhsan ve Kasapoğlu.

Daha sonra baktığımızda İstanbulspor’un sadece 1957-58 değil 1956-57 sezonunda da üçüncü olduğunu görüyoruz. Beyoğluspor’dan gelen Kasapoğlu’nun da katılmasıyla İstanbulspor’un meşhur Kasapoğlu-Aydemir-İbrahim-İhsan-Yüksel forvet hattına kavuştuğu sezondur bu. İstanbulspor’un taraftar desteği ve kulübün maddi imkânlarını sorduğumuzda Kenan Buharalı anlatmaya devam ediyor:

İstanbul Lisesinin öğrencileri bizim taraftarımızdı. Kapalı tribünün deniz tarafındaki köşesinde otururlardı. “Hişt hişt geliyor!” diye bağırırlardı. Başa oynayamamamızın en büyük sebebi parasızlıktı. Parasızlık had safhadaydı. Ali Sohtorik para verecek, maaşlarımızı alacağız. Gelir yoktu. Üç büyüklerle maç yaparsan stat dolar ama Beykoz’la maç yaparsan 1000-2000 kişi olurdu. Sadece biz değil, Vefa’da da bir tek başkan Hadi Nasır para verirdi. Para vermeyen zaten başkan olamazdı. Demokrat Parti kabinesinde yedi tane İstanbul Lisesi mezunu bakan vardı. Çok büyük yardımlarını gördük. Ben yedek subayken Kars’a gittim ve üç ay kaldım. Sonra ziraat bakanı Nedim Ökmen emir çıkarttırdı, İstanbul 1’inci Orduya geldim. Hem askerlik yaptım, hem maçlarda oynadım. İstanbul Lisesinden Yetişenler Derneğinin Kızılay’da lokali vardı. Bütün bakanlar, milletvekilleri orada toplanıp oyun oynarlardı. Biz Ankara’ya trenle giderdik, Nedim Ökmen garda bizi karşılardı.

1956’da oynanan bir Beşiktaş maçı.

Sohbetimize bir süre evin koridorunda devam ediyoruz. Küçük bir İstanbulspor müzesi izlenimi veren koridorun duvarlarında birçok fotoğraf asılı. Uzun müddet takım kaptanlığı yapan Kenan Buharalı’nın muhtelif kaptanlarla çekilmiş fotoğrafları çoğunlukta. Bunların arasında bir de milli takım fotoğrafı dikkatimizi çekiyor. Kenan Buharalı’nın da yer aldığı bir aday kadro fotoğrafı sonradan renklendirilerek duvara asılmış. Fotoğrafla ilgili şöyle konuşuyor Kenan kaptan:

 1956’da yaptığımız Macaristan maçından sonra oynanacak Doğu Almanya maçı için milli takıma çağrıldım. İdmanlara gittik fakat sonra maç iptal oldu. Türk hükümeti Doğu Almanya’yı tanımadığı için şansımıza maç iptal edildi. O milli takıma çağrılmak kolay iş değildi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi takımıydı, Macarları yenmişti.

Yazının girişinde Kenan Buharalı isminin bugün genç kuşaklar tarafından pek hatırlanmadığını yazmıştık. Bunda futbolu bıraktıktan sonra antrenörlükle uğraşmamasının da payı olabilir. Futboldan neden koptuğunu da aşağıda anlatıyor Kenan Buharalı:

Ben 1963-64’te futbolu bıraktım. İzmir’de Alsancak stadının zemini çok sertti. 1963 senesinde bir maç oynadıktan sonra duşlara geldik. Bizde bir sağaçık Ahmet Şahin vardı, rahmetli sonra Beşiktaş’ta santrfor oynamıştı. Bana, ‘Kaptan yahu senin ne işin var burada?’ diye sordu. Ben de ona kızdım, zira o gün kötü bir futbol oynamıştı. ‘Sen bunları düşündüğün için mi bugün kötü oynadın?’ diye karşılık verdim. Fakat arkam ne olmuş biliyor musun? Neredeyse bütün derisi soyulmuş, ben farkında değilim. Yani saha öyle zımpara gibi kötüydü. İstanbulspor’dan sonra Yedikule’ye antrenör-futbolcu olarak gittim. İbrahim de benimle beraber geldi. Bir sene orada oynadık. Daha sonra amatör Şehzadebaşı takımını çalıştırdım ama çok zor iş. Futbolcuların ve idarecilerin kaprisi çekilmez. Hem iş hayatım da vardı, o yüzden fazla ilgilenemedim. Ali Sohtorik malzemeciyle haber göndermiş, ‘Yeter artık bıraksın,’ demiş. Müdafaa oyuncusuydum, fazla yıpranmamıştım. Kendime iyi baktığım için ciddi bir sakatlık geçirmemiştim ama arkamda bekleyen adamlar çok kuvvetliydi: Ercan ve Yılmaz. Şu devirde olsaydı, o zaman oynadığım futbolun belki beş mislini oynardım çünkü kendimi seyretmiyordum. Şimdiki futbolcuların en büyük avantajı bir-iki saat sonra televizyonda kendini seyretmesi. Ben kendimi seyretseydim hatalarımı görür, idmanda ona çalışırdım.

Kenan Buharalı futbolu bırakıp kısa süren antrenörlük tecrübesine de noktayı koyduktan sonra kendini tamamen iş hayatına vermiş. Uzun yıllar lokanta ve kafe işletmeciliği yapmış. Son birkaç yıldır işi de bırakıp emekliye ayrılmış. Artık günlerini torunuyla ilgilenerek geçiriyor.

10 Şubat 2016 Çarşamba

DİNYAKOS

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir