İstanbulspor’umuzun önemli futbolcularından olan Cemil Turan formamız altında 142 maça çıkıp 47 gol atma başarısı göstermiştir. Cemil Turan’ın gerçeklerini kendi ağzından öğrenmek isterseniz, 2007 senesinde Hayatım Futbol Dergisinde yayınlanmış bir röportajını sunuyoruz.
İstanbul’un sokaklarında futbol oynanabildiği yıllarda başladı futbol hayatınız. Sokaktan lisanslı futbolculuğa atılan adımın öyküsünü anlatabilir misiniz?
Ortaokul üçüncü sınıfta okurken, bir gün tarih dersinden imtihanımız vardı. Aynı saatte de Sarıyer genç takımının oyuncu seçmeleri vardı. İmtihana girdim, önümdeki kağıdı cevap vermeden aynen iade ettim ve seçmelere katıldım. Seçmelerde beğenildim. 1963-1964 sezonunda Sarıyer genç takımında başladı kariyerim. Bir sene içinde A takıma seçildim. O zaman Sarıyer İkinci Lig’de mücadele ediyordu. Daha sonra oynadığım iki sezon benim açımdan iyi geçti ve üç büyük takımdan teklifler gelmeye başladı. 1967-68 sezonunun sonunda rahmetli Metin Oktay Kilyos’ta tatil yaparken geldi beni buldu. Ve Mecidiyeköy’deki evine götürdü. Oradan eşinin Çeşme’deki yazılığına gittik birlikte. 10-15 gün de orada kaldık. Bir gün Turgay Ece gelecekti Metin Oktay’ın yanına. Metin Oktay da onu karşılamaya gitmişti. Bu arada ben, bir yolunu bulup kaçtım oradan. Eğer kaçmamış olsaydım Metin Oktay’a olan büyük sevgim ve saygımdan dolayı Galatasaray ile sözleşme imzalayacaktım.
Daha önceden tanıyor muydunuz Metin Oktay’ı?
Tanımıyordum, ama hayranıydım tabii… Metin Oktay a hayranlık büyüktü. Ancak Galatasaray’ı seçmemem için de geçerli nedenler vardı. Birincisi babam gibi sevdiğim Sarıyer’in başkanı Selahattin Yarar’ın olan bitenden haberi olması gerekiyordu. Selahattin ağabeye olanlardan çok üzgün olduğumu söyledim. Buluşmamızın hemen ardından İstanbulspor’u aradı. Ve yarım saat içinde beni İstanbulspor’a verdi. O dönem Galatasaray’ın yanı sıra Fenerbahçe ve başka kulüpler de beni istiyordu.
Hiç düşünmediniz mi Galatasaray’a transfer olmayı?
Düşünmek değil de, Metin Oktay gibi Türkiye’nin en iyi futbolcusu ayağınıza kadar geliyor, dünyalar sizin oluyor doğal olarak.
İstanbulspor’a transfer olduktan sonra üç büyükler yine peşinizi bırakmadı. Neler yaşandı bu süreçte?
İstanbulspor, o dönem kapasitesi yüksek, iyi bir takıma sahipti. Beni vermek istemediler. Diğer yandan Fenerbahçe ve Galatasaray, sürekli olarak İstanbulspor başkanını sıkıştırıyorlardı. O noktada Kasımpaşa’nın ünlü kabadayılarından rahmetli Sultan Demircan devreye girdi. İstanbulspor başkanını tehdit ediyordu. Fenerbahçe ile her konuda anlaşmıştık, ancak İstanbulspor bir türlü beni bırakmıyordu. Sonunda İstanbulspor başkanı kaçırıldı. O dönem ne İstanbulspor’da oynayabiliyor, ne de Fenerbahçe’ye gidebiliyordum. Silahlar konuşuyordu sadece. Ben o silahların arasında kalan biri olarak futbolu bırakma noktasına geldim. Ama neticede Fenerbahçe’de kiralık olarak oynamaya başladım.
Bu transferde başta Sultan Demircan olmak üzere birçok ismin önemli payları oldu. İkinci başkan Emin Cankurtaran, Reşat baba da bu isimlerin arasındaydı. Bir de tabii Hava Kuvvetleri Komutanı rahmetli Muhsin Batur, Galip Albay ve İbrahim Yarbay da iyi birer Fenerbahçe’liydiler. Onlar da İstanbulspor’a bir takım telkinlerde bulundular. Daha sonra kiralık oynadığım dönemde de sivil polis ve askerler tarafından diğer kulüpler tarafından sürekli gözetim altında tutuldum.
Yine sizin döneminizde profesyonellik kavramı henüz yoktu ağızlarda. Peki amatör olan neydi o zaman?
Bu konuya bir örnekle açıklık getireyim. 1974 yılında Alpaslan’ın ve benim mukavelelerimiz bitmişti. Transfer görüşmeleri için komiteye gittik. Emin Cankurtaran transfer komitesinin başkanıydı. Önce ben girdim odaya… Bana ne istediğimi sordu, ‘Ben seninle ne konuşayım ki!’ şeklinde bir çıkış yaptı ve 50,000 lira alıp boş mukaveleye imza atmamı, sonra tatile gitmemi ve dönüşte konuşacağımızı söyledi. Ben böyle bir tutum karşısında şaşırdım tabii. Sonra çıkışta Alpaslan ne olduğunu sordu. Olayı anlattım, istersen girme dedim. Alpaslan girdi ve ona da aynı şeyler söylenmiş. O da bozuk çıktı görüşmeden. Ama mukaveleyi imzaladık elbette itirazsız.
Tatilden döndüm, düşündüğüm tutardan daha fazlasını verdiklerini gördüm. Ancak transfer görüşmelerinde tüm oyuncular için bu durum söz konusuydu. Ağzını açma şansın yoktu. Zaten futbolcular transfer olmayı düşünmüyorlardı. Hele popüler oyuncuların kulüp değiştirmeleri ender görülen olaylardı. O kulübün malı gibi olurlardı adeta.
Bu durumun bir avantajı olarak futbolcunun para düşüncesinden uzak bir futbol hayatı sürdüğünü söyleye bilirmiyiz?
Elbette… Futbolcunun zihninde sadece futbol ve takım aşkı vardı. Bu renklere olan aşk önde geliyordu. Benim futbol oynadığım yıllarda kadroda pek çok takım aşığı vardı. Osman Arpacıoğlu, Ziya Şengül, Fuat abi, Ercan abi, Yılmaz abi, Alpaslan; bu futbolcuların hepsi birer renk tutkunuydu. Bu isimlerin dilinde ve kafasında asla başka bir takımın ismi olmazdı. Şimdi Türkiye’de profesyonellik şarkıları okunuyor. Haklı olabilirler. Çünkü ortada büyük paralar var ve bunun hakkını vermek durumundasın. O yüzden profesyonelce davranmak durumundasın. Ama ben hâlâ Türkiye’de tam anlamıyla bir profesyonellik düşünemem. Mesela bir Tuncay Şanlı’nın Galatasaray’a veya Beşiktaş’a transfer olmasına gönlüm el vermez.
Spor yazarlığının duayenlerinden İslam Çupi, eski zamanlarla şimdi arasında o kendine has üslubuyla karşılaştırmalar yapar, genellikle şimdiden ve Türk futbolundan yakınırdı. Profesyonellikle birilikte futbolla futbolcu arasındaki bağın eridiğini savunurdu kimi zaman…
Maalesef o bağın enkazı hâlâ üzerimizde. Bugün çok acı bir durum vardır; Türkiye’de jübile yapacak oyuncu kalmadı. Takımların kendine göre bir takım yazılı olmaya kuralları vardı. İşte şu kadar yıl bizde mücadele etmiş, şu kadar maç oynamış futbolculara jübile yapalım gibi… Ama şimdi bakıyorsun, Türkiye’de uzun süredir jübile yapılmıyor.
Burada yönetimlerin de bir vefasızlığı yok mu? Mesela Oğuz’a Aykut’a, en son Bülent Korkmaz’a jübile yapılması gerekmez miydi?
Evet bunlar da çok acı gerçekten. Bu futbolcular, takımlarına tutkuyla, aşkla hizmet etmiş futbolcular. Takımlarını bu kadar yıl hizmet eden futbolcular, kariyerlerinin sonlarında böylesine terk edilmemeli.
Buradan sizin kariyerinize dönersek, neden 33 yaşında futbolu bıraktınız?
Ben aslında iki sene daha oynayacak fiziksel yeterliliğe sahiptim. En son bir sakatlık geçirmiştim. O sakatlık süresinde camiadan bir-iki kişiye kızdım ve bırakma kararı aldım. Tam o sıralarda Fenerbahçe teknik direktörlüğüne Friedel Rausch getiriliyordu. Rauch, yönetime beni kadroda görmek istediğine dair rapor vermiş. Ama ben bu talebe rağmen futbol kariyerimi noktalamakta kararlıydım.
Kariyeriniz boyunca kaç kez sakatlandınız?
Ben bir kere sakatlandım kariyerim boyunca.Ankara’da Rusya’ya karşı yağmurlu günde bir maça çıkmıştık. Sahada su birikmemesi için sahanın kenarlarına delikler açmışlar. Koşarken ayağım bu deliklerden birine girdi. Dizim döndü. Daha sonra hem iç hem dış menüsküsten ameliyat oldum.
O zamanlar idmanlar ve maçlar toprak sahada, hatta çamur sahada yapılıyordu. Bu kadar ağır koşullarda şimdiyle kıyaslandığında daha az futbolcunun sakatlandığı söylenir. Neydi bunun sebebi?
Benim sakatlığım görünmez bir kazaydı. Bu sakatlığın dışında ufak tefek sakatlıklarım da oldu tabii ama bu sakatlıkları bahane ederek hiçbir zaman oynamamazlık yapmadım. 1993 yılında Rıdvanlı, Aykutlu Fenerbahçe kadrosunda futbol sorumlusu olarak görev aldım. Bu yıllarda ‘bağ’lardan bahsedilmeye başladı. Sürekli bir yerlerde birilerinin bağları kopuyor, maçlara çıkamıyorlardı. Peki bizim zamanımızda futbolcuların bacağında bağ yok muydu? Ben, futbol hayatım boyunca birilikte oynadığım futbolcu arkadaşlarım da dahil olmak üzere bağ sorununa rastlamadım. Şimdiki teknik direktörlere, futbolculara, doktorlara soruyorum, yanıtını alamıyorum…
Bir takım ağrılarınız oluyordu mutlaka, belki de bunları önemsemeden maça çıkabiliyordunuz…
Parmağım kırılmış mesela, kırılsın, ne var bunda? Ufak tefek şeyler bunlar… Bizler, futbol oynamak için can atardık. Bazen adale çekmesi olurdu, bir hafta oynamazdık, sonraki hafta bomba gibi olurduk. Ayağı çeken, iki-üç hafta oynamıyor şimdi. O çamurlu sahalarda,büyük sakatlık hemen hiç yaşanmazdı. Hatta bazen kendi kendime soruyorum… Acaba o çamur muydu bizi güçlü kuvvetli yapan diye… Ya da çim sahalar, bağlar için zararlı, futbolcuların ayağı kayıyor ve bağları kopuyor… Aklıma gelen nedenlerden biri de beslenmeyle ilgili. 70’li yıllardan geriye gittiğimizde hep tabii besinler vardı. Şimdi yediklerimizde katkı maddesi içermeyen besin yok. Bir domatesi 12 ay yiyorsunuz…
70’li yıllarda Türkiye’de maçlar genelde 0-0 ya da 1-0’lık skorlarla bitiyordu. Çok az gol oluyordu. Hatta Fenerbahçe tarihinin en çok gol atan futbolcularından biri olmanıza rağmen ligde ortalama 15 gol civarında atardınız. Türkiye’deki bu tablonun nedeni neydi?
O dönemde Anadolu takımları bizi yenmeleri ya da berabere kalmaları, onların bayramıydı. Hatta mağlup olsalar da bile fark yiyerek rezil olmak istemiyorlardı. Ama bugün durum çok farklı… Kaliteli yabancı transferi yapabilen takımlar çıtayı yükseltiyorlar ve üç büyüklere karşı cesurca futbol oynayabiliyorlar.
Sizi 70’li yıllarda izleyenler, bugünkü koşullarda çok daha fazla gol atar diyorlar…
Tabii ben Alex gibi, Oğuz gibi bir futbolcuyla oynamak isterdim. Çünkü deparı iyi olan, sezgileri güçlü bir futbolcuydum. Diğer yandan ben oynadığım dönemde golcü olarak öne çıkmazdım. Daha çok gol attırmayı severdim. Yapım da buna müsaitti. Forvet arkasında ve sol kanatta gol sahası yaratan bir futbolcuydum.
Didi gerçeği ne idi?
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok seviliyordu Didi. Gerçekten de çok iyi bir insandı. O kadar çok sevilirdi ki, belki de Türkiye’de boğaz köprüsünden para vermeden geçen tek insandır. Orada çalışan görevli memurlar köprü ücretlerini ceplerinden öderler, ama Didi’ye ödetmezlerdi.
Ama ayrılışı epey olaylı olmuştu. Medyada futbolcularla arasında sorun olduğu yazıldı…
Bizimle arasında hiçbir sorun yoktu. Bu haberler tamamen uydurmaydı. Sanıyorum ismi herkesin üzerinde, herkesten üstün olduğu için bazı insanlar bunu kabullenmediler ve kuyusunu kazdılar.
Not: Söyleşide tehdit edilen ve kaçırılan Başkanımız Nirun Şahingiray. Cemil Turan’ın Fenerbahçe’ye transferi ve meydana gelen tatsız olaylar Şahingiray’ın spordan ve futboldan soğumasına yol açtı, İstanbulspor’daki başkanlık görevine dönmediği gibi spor camiasına küstü ve maalesef bu küskünlük tüm yaşamı boyunca sürdü, kaybeden Türk sporu ve İstanbulspor oldu.